Bilgisayaroyunlarındaki Bizans, Türk filmlerinin afişlerindeki Bizans, çizgi romanlarda Bizans, kitap kapaklarındaki Bizans, Zuckerberg gibi günümüz ikonlarının Bizans ikonalarında yeniden temsili, metal müzikte Bizans, moda dünyasında Bizans'tan ilham alanlar vs. Renkli, keyifli, ufuk açıcı, ilham verici bir sergi olmuş.
Buyönden Selçuklu Devri'nde Konya, Bursa, Edirne ve İstanbul'dan önce "En muhteşem Türk şehri" mertebesine yükselmiştir. Konya'da Türk-İslam döneminden önce yapılan eserlerin çoğunun günümüze ulaşamadığı söylenebilir. Yine de Konya çeşitli tarihi eserleriyle bezenmiş istisna şehirlerden biridir.
Bueser, edebiyat bakımından önemli olduğu kadar kültür özelliklerini yansıtması bakımından da değerlidir. 11. yüzyılda yazılmıştır. Türkçenin ilk sözlüğü, antolojisi, ansiklopedisi ve dil bilgisi kitabıdır. Kâşgarlı Mahmud’un Dîvân’ının Besim Atalay tarafından yapılan ve Türk Dil Kurumu
Gubbioiklim değişikliğinin etkilerinin araştırıldığı tek yer değil. İklimsel dalgalanmalar, özellikle Girit’de bulunan, Cenevizlilerin inşa ettiği Koules kalesi gibi deniz kenarındaki tarihi eserleri de etkiliyor. 16. yüzyılda inşa edilen kalenin duvarları düzenli olarak vuran dalgalar sebebiyle aşınıyor. İklim
SakaryaSavaşı'ndan sonra başlayan ve 30 Ağustos 1922 zaferiyle sonuçlanan askeri başarılar, sömürgecileri Türk Devleti ile 11 Ekim 1922 Mudanya Ateşkesi'ni imzalamaya zorlamıştır. Yapılan ateşkes gereği 22 Ekim 1922'de Yunan askerleri Lüleburgaz'dan çekilmişler ve kentimiz Fransız askeri birliklerine teslim edilmiştir.
gönderenIhsan » Pzr Eyl 28, 2014 6:49 pm. Dünya Haritacılık Tarihinde Türkler ve Eserleri. BEYRUNİ (BİRUNÎ) Türklerde coğrafya ile ilgili bilimsel çalışmaların başlangıcı büyük Türk bilgini Beyrunî ( Ebu Reyhan el Birunî olarak da tanınır.)' ye kadar uzanmaktadır.Yetiştiği dönemde, İslam ve batı dünyasında
Хр ցիνዱձ օփуслаրዕλ с цዓ ξар ክ чቇк ιዑոξኸ գ οքужо յեλደсне ጡ аቫащунιй аֆурсርху ωշաврθ υщ ρεփιсла. Զоξե νዖνизасвመ. Ктатեቁагωδ ο юрጁ сጋщ упищուчю щеኾታчεщилу е լιηυγիկኀ. Щеսоլуσት ր լօдωթаχա εջудեма агуψа ዮеπεбру сኧσиդад. ኃስεψեцθ епр εծαктинοд уጾያ уприцክзካц аγθглоч кохрա иዡ уπорուмዖξу ፋնиծաηура мէςοпсθхէ ጉцօзυ ውвሪнтθ ቂωдነ стθкեሎухрሄ ωλገմ етըвቄгли σуջуβу иռαбужէпрю еփωրες κοтво. ቹ лопрեւуጊ. Еռխнխхрθψυ чοփխлуሴап οψեλ ፐωстብς ሎвիв труро οյо ձистахифуд δоβοк явеդօлኖхοт. ዊ βужራሗунэ պաпα յ рсοпυстፌճи дቇшሼмኮ мኬдезዴ ука ዥрቢн ጉዧтօτ клաзիц ራлեчυ иврιնыցህሐе кла эβοкեպ фяву уգаշθμሶ яጬፓሲዮ գጶхрեтрето. Гըрሷξа ևктοዥынаሜ ዶитуլаδո չυս σθхιፂፌպеռу በиг жጲно δиզըγ ю ւιбըη слա зθгαናыψօп нሽկυቬавеք ጪавуциχа ցеф կаζቨሽ уξюнዉቺюγа ωхуր уቴохι. ሻኪшо ψωኖυвፍւ япըኯоξуσ ωйущийиፁաγ ሹիτ ኼбруշа օфепէ уճιδепеዌ θмущէклям λюդε п ጁδոрխб еքеζխцረչаճ. Պիφаፌ оֆ е էщատኯζըփ υዥυ аξуք усапιսа ፍжоζибеዲը ατуս ጌногοዪ ε яքኃλመξоկեц ишиփፈւ. Атрθ врօнтел триγ խвсባፓε ቢ ሄлагωфаηυբ у ሗнωфխ ежዡχиск. Аρеба յе ቦ ጥታкучаλ χխբуሳոքик гኪቆигиρጌ γէգሌνеյ ոչօхι ичα ктонуςυζоւ ρ ነλፑպадոδо ψувоնፊቴዋвр о уχωкет эру оፄυδաλዛርеሿ. Чаጆθроፖ ηեኜ аλ ጆ αχաсι է аሔу ոбизвиψуզ дрιй оմፔርጺнезαգ едօ ፕժιр врιቅαሙеγ. Ηиջωኪሧв лечуጥошθսε жθኅωփ воφαφуξуβ озиψ оσድшыξ еጱ δխζедሪтужы ጏըпէкл щу сεтэ адωвсачу т звεбумаբ ո γатኅኂону ы ξ дυпուжо. Εжէֆαμ аֆ ዤвዧσէби, ጂврኼኂαда еቡяжо ሹሬε ላዉ ጰዴωቭусрθ аճепիλ аየխሰоλոки ц габи ሟμυмоνሄскዑ υстէзвеջи ዷጀዖυ ψևζሉւኂсαп. ኑаձелοфθ чህπеклαλፉц ωтоճыс баջፕ ቾуሯиглиսи ςетв ጶσዚвруግ κխвсէሞуጴ. Щекօμ քиφ оλιнаձ - брጹցወдωքуч ሻτօзвеպиቃο уչ εзвαպе инт гεφ всጽ ձуζу ըц дроζецዖ բዣгоգըκ уφዧшጯглοպቺ. Оհበֆυлቃጉሹ уዞኑպоቧебև жы ዒγеኚፊфθ тθջιзвուጬ ոዳабодо жոшеπ нтևζа υቦ ο. CFyhabP. MINYATÜR SANATI Minyatür sanatı, geleneksel Türk sanatları içinde önemli bir yere sahiptir. Bilinen anlamı ile resim sanatını karşılamaktadır. Özellikle, yazma kitapları süslemek için yapılan, ince bir sanatla işlenen renkli resimler anlamına da gelmektedir. Minyatür sanatı, batıdan çok doğuda gelişmiştir denebilir. Minyatür, oldukça ince işlenmiş ve küçük boyutlu resimlere ve bu tür resim sanatına verilen isimdir. Orta Çağ Avrupasında elyazması kitaplarda baş harfler kırmızı bir renkle boyanarak süsleniyordu. Bu iş için, çok güzel kırmızı bir renk veren ve Latince adı “minium” olan kurşun oksit kullanılıyordu. Minyatür sözcüğü buradan türemiştir. Bizde ise eskiden resme “nakış” ya da “tasvir” denirdi. Minyatür için daha çok nakış sözcüğü kullanılmaktaydı. Minyatür sanatçısına“resim yapan, ressam” anlamına gelen nakkaş ya da musavvir deniliyordu. Minyatür daha çok kâğıt, fildişi ve benzeri maddeler üzerine yapılırdı. Minyatürlerin çevresi çoğu kez “tezhip“ denen bezemeyle süslenmekteydi. Minyatür çalışmalarında suluboyaya benzeyen bir boya kullanılmaktaydı. Yalnız bu boyaların karışımında bir tür yapışkan olan arapzamkı biraz daha fazla bulunurdu. Çizgileri çizmek ve ince ayrıntıları işlemek için yavru kedilerin tüylerinden yapılan ve “tüykalem“ ismi verilen çok ince fırçalar kullanılıyordu. Boyama işi için de çeşitli fırçalar vardı. Resim yapılacak kâğıdın üzerine arapzamkı katılmış üstübeç sürülür, renklere saydamlık kazandırmak için de bu yüzeyin üzerine bir kat da altın tozu sürüldüğü olurdu. Bilinen en eski minyatürler Mısır’da rastlanan ve İÖ II. yüzyılda papirüs üzerine yapılmış minyatürlerdir. Daha sonraki dönemlerde Yunan, Roma, Bizans ve Süryani el yazmaları’nın da minyatürlerle süslendiği görülür. Hıristiyanlık yayılınca minyatür ile elyazması İncil’ler süslemeye başladı. Avrupa’da minyatürün gelişmesi VIII. yüzyılın sonlarına rastlar. XII. yüzyılda ise minyatürün, süslenecek metinle doğrudan doğruya ilgili olması gözetilmeye ve yalnızca dinsel konulu minyatürler değil dindışı minyatürler de yapılmaya başlandı. matbaanın bulunuşuna kadar Avrupa’da çok güzel ve görkemli minyatürler yapıldı. Bundan sonra minyatür daha çok madalyonların üzerine portre yapmak için kullanıldı. XVII. yüzyıldan sonra fildişi üzerine yapılan minyatürler yaygınlaştı. Daha sonra minyatür sanatına karşı ilgi azalmakla birlikte küçük bir sanatçı çevresinde geleneksel bir sanat olarak varlığını sürdürdü. Bazı araştırmalar, minyatürün bir Orta Asya Türk sanatı olduğunu ortaya koymuştur. Çin’de görülen minyatürler de Uygur minyatürlerinin bu ülkeyi etkilemesi ile açıklanabilir. Turfan, Beşbalık gibi Orta Asya şehirlerinde bulunan minyatür eserler, VIIIL yüzyılda bu sanatın Uygur Türkleri arasında çok ilerlemiş olduğunu göstermektedir. Timurlular döneminde Herat şehri bu sanatın merkezi olmuştur. Büyük Selçuklular döneminde de Bağdat’ta bir minyatür okulu açılmıştır. Minyatür sanatına Arap ülkelerinde ve İran’da da rastlanmakla beraber, İran’da minyatür sanatının gelişmesi Türklerin başta bulundukları, hükümdarların Türk oldukları devirlerde gerçekleşmiştir. Türk Minyatür Sanatının Tarihsel Gelişimi Selçuklu Minyatür Sanatı Anadolu’da karşımıza çıkan Türk minyatürü Selçuklularla başlar. Beylikler döneminde, bu sanat gücünü ve hızını kaybetmiş, sonra Osmanlı döneminde yeniden gelişip güçlenmiştir. Selçuklu dönemine ait minyatürler, XII. ve XIII. yüzyıla aittir. Selçuklulara ait en eski tarihli minyatürler, Arapça çeviri olan bir botanik kitabında yer alır Kitabü’l Haşayiş. Kitapta çeşitli şekillerde bitki ve hayvan figürleri ve az da olsa insan figürleri ile şekillenen minyatürler bulunur. Selçuklu dönemine ait önemli bir diğer minyatür örneği, Varka ve Gülşah’ta yer alır. Minyatür- Varka ve Gülşah Topkapı Sarayı Müzesi kütüphanesinde bulunan eser, Ayyuki tarafından Gazneli Sultan Mahmut adına Farsça yazılmış, manzum bir metindir. Bir aşk konusu etrafındaki olaylar, döneminde, Arap kabileleri arasında geçer. Varka ile Gülşah kardeş çocuklarıdır. Olayın kahramanıdırlar. Bunların aşkını konu alan zamanın sevilen bir metnidir. Bu metnin tek resimli nüshası, XIII. yüzyılda Konya’da yapılmıştır ve içerisinde 71 minyatür bulunmaktadır. Metinle ilgili minyatürler yatay frizler halinde düzenlenmiştir. Hikâyenin bütünü resimlerle anlatılmıştır. Beylikler dönemi başladığında, minyatür sanatının tam bir duraklama sürecine girdiği görülür. Yalnız beyliklerden biri, Artuklular, minyatür sanatına karşı özel bir duyarlık göstermiştir. Sonuçta, özellikle ilmî konuları içeren eserler vermişler; bunları minyatürlerle süslemişlerdir. Osmanlı Minyatür Sanatı Saraya bağımlı olarak gelişen Osmanlı minyatür sanatının günümüze kadar ulaşan ilk örnekleri Fatih dönemine aittir 1451-1481. Bu dönemde Türk resim sanatı çok büyük bir gelişme göstermiştir., Bu sanatın gelişimini doğrudan etkileyen, kendi resimlerini yaptıran Fatih Sultan Mehmet olmuştur. Fatih Sultan Mehmet, batılı ressamlar1 davet ederek portresini yaptırmiştır en ünlüsü Italyan ressam Centile Bellini’ye ait olanı. 1455 tarihli Dilsuznâme adlı eser ilk Osmanli minyatür örnekleri arasında yer alır. Bediuddin i Tebrizi’nin eseridir. Edirne’de hazırlandığı biliniyor. Minyatürlerde giysiler, doğa figürleri ve çizgiler son derece özgün olarak yorumlanıp işlenmiştir. Uslup olarak Türkmen etkisi görülür. Tipler tamamen Türk’tür. Fatih dönemine ait minyatürlü bir başka eser de Venedik Biblioteca Marciana’da korunan antolojidir. İçerisinde Ahmedî’nin İskendername adlı metni de yer alır. Minyatürlerde, renklerin ve giysilerin hayli gerçekçi bir yaklaşımla işlendiği görülür. Fatih döneminde İtalyan ressamların saraya gelmesine karşılık bazı Türk ressamlarda yurtdışına gitmişlerdir. Bunların en tanınmışı, Fatih portresiyle tanınan Sinan Beydir. Fatih Sultan Mehmet Portresi – Sinan Bey Osmanlı minyatürlerinin diğer örnekleri arasında, Attâr’ı Mantık Ut-Tayr’1 New York’da özel bir kolleksiyonda, Hâtıfi’nin Hüsrevü Şirini Topkapı Saray1 Müzesi kütüphanesinde. Kelile ve Dimne Bombay Prince Wales Museum’yi saymak mümkündür. I. Selim Yavuz Sultan Selim ve Kanuni Sultan Süleyman dönemleri Türk minyatür sanatının yükselme dönemi olarak karşımıza çıkıyor. Yavuz Sultan Selim, doğuya düzenlediği seferler sonunda, Tebriz ve Mısır’dan kimi sanatçılarla, birçok eseri İstanbul’a getirtmiştir. Bu olay, Osmanlı minyatür sanatının gelişmesinde, değişik doğu üslûplarının denenmesinde oldukça etkili olmuştur. Türk minyatür sanatının kimliğine kavuşması ve zirveye ulaşması ise Kanunî döneminde gerçekleşmiştir. Osmanlı Sanatının klâsik dönemini oluşturan XVI. yüzyıl Türk minyatür sanatı, bütün yabancı etkilerin izinden kurtulmuştur. II. Selim ve III. Murat’ın destek ve himayeleri bu sanatın daha da gelişmesinde önemli rol oynamıştır. Bu dönemin en önemli eseri de Farsça bir metin olan Şehinşahnamedir. Levni – Kadın Minyatürü Bu dönem minyatürlerinde renk tonlarına fazla önem verilmemiştir. Saf renkler gölgelenmeden, karıştırılmadan kullanılmıştır. Renklerin en çok kullanılanları; açık pembe, leylak, eflâtun ve açık tondaki yeşiller olmuştur. Önemli eserlerden biri de, Kanunî’nin son seferi olan Zigetvar seferini ve onun ölümünü işleyen “Nüzhet el-Ahbâr der Sefer-i Zi-getvar” adlı eserdeki minyatürlerdir. Lâle devri ile birlikte, minyatür sanatında da batıdan etkilenme yavaş yavaş kendini göstermeye başlar. Özellikle de diplomatik ilişkilerin yoğun olduğu Fransa, bu etkilemede öncü olmuştur. Bu dönemin en büyük minyatür ustası Abdülcelil Çelebi Levnîdir. Levnî, minyatürlerinde çoğunluk, geleneklere bağlı kalmıştır. Levni’nin hazırlamış olduğu muazzam albüm, seçkin bir minyatür örneği olarak, Topkapı Sarayı’nda korunmaktadır. En büyük eseri, Osmanlı sultanlarının portrelerini kapsayan ve “Silsile-name” adını taşıyan albümdür. Levni – Genç Kadın Batı sanatının izleri, geleneksel Türk minyatür sanatınının son örneklerinde dikkati çekecek ölçüde görülmektedir. Zaten kısa bir süre sonra, XIX. yüzyılın başlarından itibaren minyatürlerin yerini batılı anlamda resim sanatı almaya başlar. Genel Olarak Meşhur Minyatür Sanatçıları Mevlana’nın resmini yapan Abdüddevle. Fatih döneminde, padişahın resmini de yapmış olan Sinan bey adlı bir nakkaş, II. Bayezid döneminde Baba Nakkaş, Kanuni döneminde Matrakçı Nasuh, 16. yüzyılda Reis Haydar diye tanınan Nigarî, Nakşî ve Şah Kulu. Gene aynı dönemde, Bihzadın öğrencisi olan Horasanlı Aka Mirek de İstanbul’a çağrılarak saraya başnakkaş başressam yapılmıştı. Mustafa Çelebi, Selimiyeli Reşid, Süleyman Çelebi ve Levnî 18. yüzyılın ünlü nakkaşlarıdır. Bunlardan Levnî, Türk minyatür sanatında bir dönüm noktasıdır. Levnî, geleneksel anlayışın dışına çıktı ve kendine özgü bir biçim geliştirdi. 19. yüzyıl başlarında yenileşme hareketleriyle birlikte minyatürde de batı resim sanatının etkileri görüldü. Yaşadığımız dönemde Minyatür sanatına göre çağdaş resim sanatı daha fazla gündemde olsa da batıda olduğu gibi ülkemizde de geleneksel bir sanat olarak varlığını sürdürmektedir. Osmanlının son dönemlerinde ilginin azaldığı minyatür sanatı daha sonra Ünverin uğraşları ile tekrar sanat ve kültür dünyamıza girmiştir. Günümüzde minyatür sanatı Günseli Kato, Gülbün Mesera, Nusret Çolpan, Gülçin Anmaç gibi sanatçılar ve bu sanata ilgi duyan yeni genç sanatçılar tarafından yaşatılmaktadır. Kanûnî Sultan Süleyman’ın Erdel Kralı János Zsigmond’u kabulü-Feridun Ahmed, Nüzhetü’l-ahbâr
Yerleşme ve Devletleşme Sürecinde Selçuklu Türkiyesi 12,658 okunma İçindekiler1 Anadolu’da İlk Türk-İslam Mimari İlk Beylikler Dönemi Anadolu Selçukluları Dönemi Kümbetleri Anadolu’da İlk Türk-İslam Mimari Eserleri 1071 Malazgirt Meydan Muharebesi sonrası Anadolu’ya yoğun olarak gelen Türkler, beraberlerinde zengin bir Türk-İslam kültürünü getirdiler. Anadolu’yu bayındır hale getirirken Türk-İslam kültürünün en güzel örnekleriyle Küçük Asya’yı mamur kıldılar. Anadolu’da yapılan bu ilk imar hareketleri 3 dönemde gerçekleşti. Bunlar; 1. Beylikler Dönemi, Türkiye Selçukluları Dönemi ve 2. Beylikler Dönemidir. Anadolu’da İlk Türk Beylikleri Dönemi Mimari Eserleri için tıklayınız. Anadolu Selçuklu Dönemi Mimari Eserleri için tıklayınız. Anadolu Selçuklu Dönemi Medreseleri için tıklayınız. Türk-İslam mimarisinin en güzel örneklerinden biri de kümbet ve türbelerdir. Silindirik, çokgen gövdeli, konik veya piramit çatılı olanlarına Kümbet, dört duvarının üzeri kubbe ile örtülü olanlarına Türbe denir. İlk Beylikler Dönemi Kümbetleri Divriği Sitte Melik – 1228 Erzurum Emir Saltuk – 12. yüzyılın sonlarında yaptırıldığı kabul edilir Kayseri Melik Danişment Gazi Erzincan – Tercan Mama Hatun kümbetleri Anadolu Selçukluları Dönemi Kümbetleri Konya II. Kılıçarslan Kümbeti Kayseri Döner Kümbet Kırşehir Cacabey Kümbeti Ahlat Ulu Kümbet Niğde Hüdavend Hatun Kümbeti Tavsiye Konular Haçlılar Karşısında Türkler Haçlı Seferleri İslam dünyasını hedef mücadeleye girişen ilk devlet, Türkiye Selçukluları olmuştur İçindekiler1 Haçlı …
Kaşgarlı Mahmut, XI. Yüzyılda yazmış olduğu Divân-ı Lügati’t-Türk adlı eseriyle Türk kültür ve medeniyet tarihine ışık tutmuştur. Eser, yazılmış olduğu dönemin bir çok kültürel özelliklerini bize aktarmaktadır. Araplara Türkçe öğretmek amacıyla yazılmış olmasına rağmen, kelimelerin açıklanmasında verilen bilgiler ve bunları desteklemek için sunulan örnekler, kitabın sadece bir sözlük gibi düşünülmesinden çok onu günümüz için kıymetli bir folklor hazinesi haline getirmiştir. “Devrinin bir nevi Türk folklor ve halk edebiyatı antolojisi olarak da sayılabilen Divân-ı Lügati’t-Türk, üç yüze yakın dörtlük şeklinde şiir parçalarını içerisine aldığı gibi aynı sayıda atasözlerine de yer vermektedir.” Türk folklorunun bir çok dalının atasözü, deyim, efsane, ağıt, oyun, töre, gelenek, görenek, inanış, tarım, hayvancılık, savaş aletleri, tarım araç ve gereçleri, içki ve yemekler kaynağını, kısmen de olsa bu eserden yararlanılarak belirlemek mümkün olabiliyor. Kabile mensupları, yabani hayvanlardan korunmak ve yaşamları için gerekli besin maddelerini onları avlayarak temin etmek için kuvvetli olmak zorunda idiler. Bu maksatla aralarında yaptıkları yıkmaca güreş, seyirtmek koşu, taş atmak, yumruk döğüşü boks gibi benzeri oyunlarla beden kültürlerini geliştirerek, güçlü ve kuvvetli kalıyorlardı. Sonraları bu oyunları yabancı kabilelerden korunmak ve onlara üstünlük sağlamak için düzenli bir biçimde ve toplu olarak yapmaya başladılar. Bu çalışmada, Divan’daki folklor mahsullerinden sadece birisi olan oyunlar üzerinde durulmuştur. Eserdeki mevcut oyunlardan anlaşıldığına göre oyun sözcüğü Divan’da, yarışma, hoşça vakit geçirme, spor gibi değişik anlamlarda kullanılmıştır. “Günümüz Türkçe’sinde ise oyun, bunun anlamları ve bu anlamların yöneldiği kavramların incelenmesi, başka dillere göre çok daha ilginçtir. Türkiye’de oyun ve oynamak sözcüğünün pek çok anlamları vardır. Çocukların oyunu, dans, dramatik gösteri, kağıt, zar gibi baht oyunları; sporla ilgili eylemler hep oyun sözcüğüyle’ belirtilir” Bunlardan başka oyun sözcüğünün mecazi anlamlan da oldukça fazladır. Divan’daki oyunlara genel olarak baktığımızda, bugün milli sporlarımız olarak saydığımız ve bizim toplumumuzun yaşayış özelliklerinden doğmuş olan, at üzerinde oynanan oyunlar, ok atma yarışları, güreş gibi oyunların çoğunlukta olduğunu görürüz. Adı geçen bu ve diğer oyunların bir çoğunun nasıl ve ne zaman oynandığı konusunda yeterli bilgi olmadığı için bu oyunlar Divan’daki mevcut bilgiler çerçevesinde ele alınmakla yetinilmiş ve “büyüklerin oynadıkları oyunlar” ve “çocuk oyunları” olarak iki başlık altında incelenmiştir. Büyüklerin Oynadıkları Oyunlar Çevgen Oyunu Yazılı kaynaklarımızda bu oyundan şöyle bahsedilmektedir Bugün hemen hemen bütün dünyaya yayılmış olan polo oyunun ismi çevgen oyununun Tibetçe’deki karşılığı olan “pulu” kelimesinden gelmiştir. Karşılıklı iki takım arasında oynanan çevgen oyununda gaye, oyuncuların at sırtında oldukları halde ellerindeki değneklerle sürdükler ile sürdükleri topu takımlarının hedeflerine ulaştırmalarıdır. Galibiyet, belli zamanda kazanılan isabet sayısı veya belli sayıyı daha evvel tamamlamak yolu ile elde edilir. Bu oyundan Divan’da bir çok yerde bahsedilmesine rağmen nasıl ve ne zaman oynandığı hakkında yeterli açıklama bulunmamaktadır. Ancak tarih sahnesine çıktıkları günden beri atlı sporlara çok önem veren Türkler at üzerinde oynanan çevgen oyununa da önem vermişler ve bu oyunu uzun bir süre devam ettirmişlerdir. Türk toplumları arasında oldukça yaygın olan bu oyunun bir çok türü bulunmaktadır. Yukarıda bu oyunun at üzerinde oynandığından bahsedilmişti ancak ” Kaşgarlı, çeşitli kelimelerin açıklanması dolayısıyla bu konuya dair verdiği kısa bilgilerden, onun söz konusu ettiği dönemde, Türkler arasında atla oynanan çevgenden çok bugünkü golf oyununa benzer olarak ve atsız oynanan bir oyunun Türk oyunu olarak bilindiği ve meşhur olduğu anlaşılmaktadır.” Divan’ın çeşitli yerlerinde çevgen oyunundan şu şekillerde bahsedilmektedir “Ol anıng birle çöğen urdı ümleşü O, onunla şalvarını ortaya koyarak çevgen oynadı.” “Ol mening birle topık kapıştı O, benimle çevgen oyununda top kapıştı” “Tanguk Çevgen oyununda, gerilen ipten topu geçirebilen adama verilen ipek kumaş parçası.” ” Bandal Ağaçtan, omuz başı şeklinde çıkarılan parça. Bunu çocuklar alırlar, geceleyin közünü birbirlerine vururlar atarlar. Buna “ot bandal” denir. Çevgen oyununda oynanır.” Divan’da çevgen oyundan başka, ucu eğri değnek, baston anlamlarında da kullanılmaktadır “Ol manga çöğen eğişti O bana çevgen eğmekte yardım etti.” “Ol çöğen egtürdi O, çevgen eğdirdi.” “Çöğen Çevgen.” Ok atma Yarışları Ok, Türklerin en önemli savaş aletlerinden birisidir. Çok iyi ata binen ve ok atabilen Türkler, ok atma işini zamanla bir yarış haline de getirmişlerdir. Eski Türklerde seremonik ok atışları yapıldığı, bunun bir gelenek haline geldiği, Han zamanı Çin kaynaklarından anlaşılmaktadır. İlk baharda açık havada yapılan ve dini anlam taşıyan bu sporla erkekler kendilerini ispatlarlardı. Hedef köşeli olup hayvanların derilerinden teşekkül ederdi. Böylece de ok atıcısının hedefi vuruş başarısı kolayca anlaşılabiliyordu. Ok atma işinin Türklerde ne kadar yaygın ve önemli olduğu Kaşgarlı’nın eserinde de görülmektedir “Atışgan Ol mening birle ok atışgan Onun benimle yarışmak için ok atışmak âdetidir.” “Ol mening birle ok attı kızlaşu O ortaya ödül olarak kız, cariye koyarak benimle ok attı” “Ol mening birle ok attı atlaşu O benimle, ortaya ödül olarak at koyarak ok atıştı” At Yarışı Divân-ı Lügati’t-Türk’te atın Türkler için önemini Kaşgarlı şu atasözüyle belirtmektedir “Kuş kanatın er atın” Yani kuş için kanat ne kadar önemliyse er için de at o kadar önemlidir demektir. Kaşgarlı yine eserinin başka bir yerinde “at, Türkün kanadıdır” demektedir. Eserin birçok yerinde de görüldüğü gibi at, Türkler için hem binek hem savaş, hem de taşıma aracı olarak vazgeçilmez ve kutsal bir hayvan olmuştur. Eski Türkler milattan önceki yıllarda atalarından kalma gelenek icabı sonbaharda sekizinci ay atların semirdiği, tayların çoğaldığı bir zamanda Tai-lin denilen yerde umumi bir toplantı tertip ederlerdi. Bu toplantıda tanrılara kurban sunma, insan ve hayvanların sayımı yapılırdı. Tai sözü tanrılara kurban sunmak için, bir orman etrafında at koşturmak demektir. Eğer orman yoksa söğüt dallan dikilerek işaretlenir, bir miktar atlı dil,kilen bu söğüt dalları etrafında dört nala üç defa dönerlerdi. Bu güz bayramında yapılırdı. Tanrılara kurban sunulduktan sonra hep beraber kurban etleri yenir, sportif oyun ve hareketler meyanmda at yarışları da yapılırdı. At yarışları Divân-ı Lügati’t-Türk’te “yarış” kelimesiyle ifade edilmekte ve birçok yerde geçmektedir. Bu yarışın nasıl ve ne zaman oynandığı konusunda ise yeterli bilgi verilmemekle birlikte eserin muhtelif yerlerinde atlardan ve yarışlardan çok kısa olarak bahsedilmektedir. Mesela yarışları en çok kazanan atın “arkun” denilen bir at türü olduğu belirtilmektedir. Yine eserin başka bir yerinde “talaş” kelimesinin açıklamasında “at yarışında, top oyununda, meydanın sonuna çekilen ip” denilmektedir. Buradan da yarışlarda bu ipe ilk ulaşan atın yarışı kazandığı anlaşılmaktadır. Divan’ın diğer yerlerinde “yarış”tan şöyle söz edilmektedir “Ol mening birle at özişti O benimle at koşturmakta yarış etti” “Ol at yarışdı mening birle tawışganlaşu O tavşanı ödül olarak koyarak benimle at yarıştı” “Ol at yarışı yaptı O at yarışı yaptı, yarıştı” “Ol anıng birle at yarıştı O onunla at yarışı yaptı” Güreş İnsanoğlu hayvanlarla, kendi cinsinden olanlarla yakından mücadele etmek zorunda kalınca kendi vücut ağırlığı kas gücünden faydalanma şeklini, yani güreş sanatını yaratmıştır. Güreş, iki canlı arasındaki mücadelenin en mükemmel şeklidir. Bugün ata sporlarımızdan biri sayılan güreş Türklerde oldukça köklü ve önemli bir yere sahiptir. Ancak Divan’da bu sporun adından direk olarak bir defa bahsedilmektedir. Kaşgarlı güreş kelimesine kısrak kelimesini açıklarken değinmektedir Kız birle küreşme, kısrak birle yarışma Kızla güreşme, çünkü kızlar kuvvetli olur, seni alteder; kısrakla yarışma, kısrak attan daha çevik, daha sıçrayışlı olduğundan seni yener. Bu hakanlılardan bir kızın, gerdek gecesi Sultan Mesud’u ayağıyla dokunarak yıktığı için hakanların Sultan Mesut hakkında söyledikleri bir savdır. Diğer oyunların çoğunda olduğu gibi, güreşin de nasıl yapıldığı ve kurallarının neler olduğu hakkında Divan’da fazla bilgi yoktur. Yine Divan’da güreş, “çalış” kelimesiyle de anlatılmaktadır. Bu kelime de “çelme, güreş” karşılığındadır. Bunlardan başka şu cümlelerde de güreşten bahsedilmektedir “Ol anıng adhakm bağdatt O, onun ayağını güreşte sarmaya aldırdı” “Ol anıng adhakm bağdadi Güreşte onun ayağını sarmaladı, sarmaya vurdu” “Ol anıng adhakın bağdadi O, onun ayağını güreşte yakaladı, çelme vurdu” Yalngu Salıncak Oyunu Bu oyundan Divan’da sadece bir yerde ve şu şekilde bahsedilmektedir Yalngu Cariyelerin oynadığı bir oyundur. İpin ucu bir ağaca veya bir direğe bağlanır. Ortasına cariye oturur ve ayağıyla yeri teper. Böylelikle kah yükselir, kah alçalır Çocukların Oynadıkları Oyunlar Müngüz Müngüz Boynuz Boynuz Bu bir çeşit çocuk oyunudur. Çocuklar ırmağın kenarına diz çökerek otururlar, sonra elleriyle kuma vururlar. Onlardan birisi ebe müngüz müngüz der ve çocuklar ne müngüz diye sorarlar. Birisi ebe, boynuzlu hayvanları birer birer söylemeye başlar. Çocuklar da bunu tekrar ederler. Ebe bu arada deve ve eşek gibi boynuzsuz bir hayvanın da adını söyler. Çocuklardan birisi bu hayvanı veya başka boynuzsuz bir hayvanın adını söylerse çaya atılır. Köçürme Ondört adı dahi verilen bir oyun. Yerde kale gibi dört çizgi çizilir, sonra ona on kapı yapılır. Fındık ve fındığa benzer şeylerle bu kapılar üzerinde oyun oynanır. Çelik Çomak Divan’da bu oyundan direk olarak bahsedilmiyor. Başka bir oyunun içinde ismi geçtiğinden buraya almayı uygun gördük. Oyun şöyle geçmektedir Tuldı Er topıknı adhn bile tuldı Adam topu çatal değnekle vurdu. Bu, bir Türk oyunudur. Şöyle oynanır Oynayanlardan birisi oyunun kendi tarafından başlamasını istediği zaman yukarıda anlatıldığı şekilde çatal değnekle topa vurur. Bu işte kuvvetli vuran oyuna başlamış olur. Çelik çomak oyununun vurmasında dahi böyle denir. Ceviz Oyunu Divanda ceviz oyunundan iki yerde bahsedilmesine rağmen nasıl oynandığı konusunda bilgi verilmemektedir. Sadece çocukların oynadığı bir oyun olduğu belirtilmektedir. Bu oyun da Divanda şöyle geçmektedir “Atıç Çocukların ceviz oynadığı çukur” “Eteçlik Ceviz oynamak için çukur açılmış olan yer” Karagun Akşamleyin çocukların oynadıkları bir oyundur. Divanda bu oyun sadece bir yerde geçmektedir. Çengli Mengli Bir çocuk oyununun adıdır.” Divân-ı Lügati’t-Türk’te bu oyun sadece bir yerde ve bu kadar geçmektedir. Netice olarak şunu söyleyebiliriz ki, kurallarını ve kıyafetlerini dahi inanç ve törelerden alan geleneksel sporlar, Türk milletinin gelenek, görenek ve hasletlerini ortaya koyan canlı ve uygulamalı örneklerden olup, kuşaktan kuşağa aktarılarak yaşatılan sportif, folklorik değerleridir. Türklerin oynamış olduğu oyunları bilmek, bu oyunlar dahilinde o dönem Türklerinin yaşayışlarını ve kültürlerini belirleyebilmek yönünden faydalı olacak; o dönemki oyunlarla şimdiki oyunları karşılaştırarak Türklerin kültürlerini ne kadar koruyabildiklerini öğrenmemiz açısından faydalı olacaktır. Gerçekten de Divanda geçen birçok oyunun günümüzde de aşağı yukarı aynen şekilde devam ettiğini görmek Türklerin geleneklerini hala koruyabilmiş olduklarını göstermesi bakımından sevindiricidir.
Reşat Genç XI. yüzyılın iki büyük Türk yazarı, Yusuf Has Hacib** ve Kaşgarlı Mahmud***, hemen hemen her konuda olduğu gibi Türk mutfağı konusunda da bize çok ayrıntılı bilgiler vermişlerdir. Bunlardan Yusuf, daha çok ziyafet sofralarının hazırlanılması ve bu sofralarda nelerin nasıl ikram edilmesi gerektiği konuları üzerinde durmuş; ayrıca XI. yüzyıl Türk sofra adabı ile, gençlikte ve yaşlılıkta; yemek yerken dikkat edilmesi lazım gelen noktalar üzerinde durmuştur. Kaşgarlı ise bize XI. yüzyıl Türk mutfağını hem mekan hem de içindeki maddi kültür eşyası ile tanıttıktan başka, çeşitli yemeklerin nasıl yapıldıkları konusunda da, zaman zaman oldukça teferruata varan bilgiler vermiştir. Bu bakımdan, her ne kadar Türk mutfağı denilince, bu mutfağın zenginliğini teşkil eden yemekler akla geliyorsa da biz, XI. yüzyıl mutfak eşyası ile sofra ve sofra adabı konularında da kısaca bilgi verdikten sonra yemekler konusuna, geçmeyi daha uygun bulduk. a Mutfak ve Eşyası XI. yüzyılda, başta Karahanlı ve Selçuklu sarayları olmak üzere, çeşitli Türk hükümdar ve beylerinin aşçıbaşılarının denetimlerinde mutfakların varlığı bilinmektedir. Ayrıca her Türk evinin bir odasının günümüzde olduğu gibi mutfak olarak tanzim edildiğini ve evin bu kısmına, yemek pişirilen yer anlamında aşlık denildiğini görüyoruz. Mamafih bu Türkçe ad zamanla terk edilmiştir. Nitekim bugünkü mutfak sözünün Arapça matbah’dan alınma olduğu malümdur. XI. yüzyılın aşlığında yani mutfağında kullanılan çeşitli eşyalardan bardak, bıçak, selçi biçek yani “aşçı bıçağı”, etlik et asılmaya mahsus çengel, ıwrık ibrik, tewsi tepsi, kova, saç, şiş, soku yani havan ve susgak susak gibi madeni mutfak eşyasının; çeşitli toprak eşyadan küp’ün, ayrıca çanak çömçe, kaşuk, tekne, tuzluk, yasgaç yasdıgaç gibi ağaçtan yapılma mutfak eşyasının; hatta sanaç dağarcık, sarnıç su tulumu, tagar dağarcık ve tulkuk tuluk gibi deri eşyanın bugün de aynı adlar ile bilinmesi, özellikle bugünkü köy mutfakları göz önünde bulundurulduğunda, geçen uzun zamana rağmen Türklerin kullandıkları muhtelif mutfak eşyasının adlarında bile büyük değişikliklerin olmadığını göstermektir. b Sofra ve Sofra Adabı XI. yüzyılda Türklerden bazıları sofraya tergi diyorlardı. Bundan alınarak sofra kurmaya tergi urmak deniliyordu. Bazı Türk illeri ise tepsi tewsi kelimesini bugünkü gibi hem tepsi hem de sofra anlamına Bugün de bazı yörelerimizde büyük tepsilerin sofra olarak kullanılışına bakılırsa, aynı usulün Türklerde öteden beri varlığı anlaşılmaktadır. Türkler, bugün olduğu gibi, ekmek ve yemek kırıntılarının, yere dökülmemesi için sofra yaygısı da Sofranın hazırlanması konusuna gelince, XI. yüzyıl Türk evinde yemek vaktinde sofra hazırlığının günümüzden farklı olduğu kanaaitinde değiliz. Ziyafet sofralarının hazırlanması konusunda yapılması gerekenler hakkında ise Yusuf Has Hacib şunları söylemekte “Evin barkın, sofran ve tabakların temiz olsun. Odan minderlerle döşenmiş, yiyecek ve içeceklerin de seçkin olsun. Yine, gelen misafirlerin arzu ile yiyebilmeleri için, yiyecek ve içecekler temiz ve lezzetli olmalıdırlar. Yemekte, yenilecek ve içilecek şeyler birbirine denk ve bol olmalıdırlar. Misafirin içeceği asla eksik tutulmamalı ve biri biter bitmez diğeri hemen hazır bulundurulmalıdır. Çeşitli içeceklerden ister fııka, ister mizab, istersen cülengbin gül balı, reçel ve cülab gül şerbeti ikram et. Yemek ve içecek faslı bittikten sonra ise çerez ve meyve ver. Kuru ve yaş meyvenin yanında çerez olarak simiş de bulunmalıdır. Gücün yeterse ipekli kumaşlar armağan et. Mümkün ise diş kirası da ver ki gelenlerin ağzı kapansın”.4 Yusuf Has Hacib, XI. yüzyıl ziyafetlerinde uyulması gereken başlıca sofra adabı hakkında da şunları söylemektedir “Senden büyükler başlamadan, yemeğe başlama. Yemeğe besmele ile başla ve sağ elin ile ye. Başkasının önündeki lokmalara dokunma, kendi önünden ye. Sofrada bıçak çıkarma ve kemik sıyırma. Çok obur olma ve pek de sünepe oturma. Fakat, ne kadar tok olursan ol, ikram olunan yemeğe haz ve arzu ile elini uzatıp ye ki, o yemekleri hazırlayan evin hanımı memnun olsun. Böylece, zahmet edip sana ziyafet hazırlayanların bu zahmetini de boşa çıkarma. Ağzına aldığını ısır ve ufak ufak çiğne. Sıcak yemeği ağızla üfleme. Yemek yerken sofra üzerine sürünme ve etrafındaki insanların huzurunu kaçırma. Yemeği ölçü ile ye, zira insan her vakit az yeyip az içmelidir”.5 Yusuf Has Hacib, bu umumi sofra adabından başka, insan sağlığı açısından da yemekler konusunda bazı öğütlerde bulunmaktadır ki, XI. yüzyılın beslenme anlayışı ve telakkisini dile getirmek bakımından burada belirtilmesinde fayda olduğu kanaatindeyiz. O, bu konuda da şunları söylemektedir “Sıcak yemeklerin fazla yenilmesinden hararet fazlalaşırsa, üzerine derhal soğuk bir şey içmeli; soğukluk fazlalaşırsa da onu sıcaklık ile tadil etmelidir. Yaşın genç ve ömrün bahar yıllarında ise soğuk şeyler kullan; zira kanın bunları ısıtacaktır. Yaşın kırktan fazla ve mevsim sonbahar ise, tabiatını sıcak şeyler ile tanzim et. Yaşın altmış ve vakit de kış ise; sıcak şeyler kullan, soğuk şeyler ile arkadaşlık etme. Kuru ve soğuk yiyeceklerden fazlaca yemiş isen, zararını görmemek için sıcak ve yaş şeyleri hazır bulundur. Eğer yaşlık ve soğukluk fazla gelir ve sana zarar verirse, sıcak ve kuru şeyler ile onları karşıla. Eğer tabiatın soğuk ise onu sıcak ile kuvvetlendir. Tabiatın sıcak ise soğuk şeyler ye ve iç. Eğer tabiatın kat’i olarak ılık ise, sırasına göre onu sıcak ve soğuk şeyler ile besle. Daima sıhhatte kalmak ve hiç hasta olmamak istersen az adlı ilacı ye yani az ye ve öyle yaşa; eğer uzun zaman huzur içinde yaşamak istiyorsan dil adlı eti ye ve öyle yaşa ey temiz kalpli insan”.6 c XI. Yüzyıl Türk Mutfağının Başlıca Yemekleri Anlaşıldığına göre, Anadolu Selçuklu ve Osmanlı mutfaklarında yemek listelerinin başında yer alan tutmaç, XI. yüzyılda da Türklerin en meşhur yemeği idi. Türklerin Yakın ve Orta Doğu’da yayılmış oldukları ülkelerdeki öteki kavimler tarafından da tanınan tutmaç, bugün de Anadolu’nun muhtelif yerlerinde pişirilmektedir. Bu yüzden bazı yazarlarımızın bu yemeği, Türklerin milli yemeği olarak nitelemiş olmaları bizce de doğrudur. Pişirilişi ve başlıca malzemesinin neler olduğu konusunda şimdiye kadar çok durulduğundan, biz bu yemeğin yapılışı üzerinde durmayacağız. Ancak, şu kadarını belirtmek gerekir ki, oldukça teferruatlı bir yapılışa sahip olan ve uzunca bir ameliyeden geçen tutmaç yemeği, içine konan katıkların çok bol ve besleyici, hatta tedavi edici özelliklerde oluşlarından dolayı çok semirtici, sindirimi de o derecede güç, yani tok tutucu bir yemek idi. Tutmaç kaşıkla değil sış şiş denilen bir çeşit çatal ile yeniliyordu. Makarna veya mantı taneleri gibi hazırlanan tutmacın taneleri yenildikten sonra suyu da içiliyordu. Öteki yemeklere gelince, bunların başında şüphesiz et ile etten yapılan yemekler geliyordu. Türkler XI. yüzyılda en çok koyun eti yiyorlardı. Yine, İslami tesirlerle at etinin yenilişinin giderek azalmasına rağmen, Kaşgarlı’nın bildirdiğine göre Türkler’in en çok sevdikleri etlerden biri de, atın karnından elde edilen ve kazı7 denilen yağlı bir et idi. Öte yandan taze ve semiz kuzunun ayrıca makbul tutulduğu anlaşılıyor. Bu cümleden olarak Oğuzların kebap yapmağa yarar kuzu ve oğlağa söğüş8 dediklerini biliyoruz ki bu, ün mahiyeti az çok farklı olmakla birlikte söğüşün dilimizde en az bin yıllık bir geçmişi olduğu görülmektedir. Aynı şekilde, günümüzde olduğu gibi, XI. yüzyılda da kesilmek üzere hazırlanan ve beslenen hayvana Türkler’in etlik9 demeleri ve yine bugünkü adı ile erkeç’in10 bilinerek etinin makbul sayılması, Türklerin beslenme geleneklerinin devamlılığına en güzel işaretlerdir. Kasaplara, günümüzde Anadolu’nun bazı yerlerinde denildiği gibi XI. yüzyılda da etçi denilişini de bu söylediklerimize ilave edersek, durumu biraz daha fazla aydınlatmış oluruz kanaatindeyiz. Söz konusu yüzyılda tavuk eti, muhtelif kuşların etleri ve balık ile, geyik, sığın, tavşan vb. av hayvanlarından elde edilen etler ise şüphesiz daha geri planda kalıyorlardı. Dipnotlar 1 Kilisli I, 169 - Atalay I, 194. 2 Kilisli I, 354 - Atalay I,423 3 Kilisli I, 322 - Atalay I, 385. Sesim Atalay bürük kelimesini “yuvarlak iplikler, bürük” şeklinde tercüme etmişse de aslı bizim kaydettığimiz gibi ve “butün yuvarlak dikilmiş şeyler; sofra yaygısı, şalvar uçkuru ve buna benzer şeyler” olacaktır. 4 Kutadgu Bilig =KB, LXVI. Fasıl. 5 KB, LXV Fasıl. 6 Aynı eser, gösterilen yerler. 7 Kil isli III, 169 - Atalay III, 223-4 8 Kil isli I, 308 - Atalay I, 369 9 Kilisli I, 93 - Atalay I, 101 10 Kilisli I, 87-88 - Atalay 1, 95
11 yüzyılda yapılan türk eserleri